İKİ TÜRKÇÜ: ATATÜRK VE TÜRKEŞ
İkisi de ALLAH’ın sonsuz rahmetine kavuştu, ikisi de şimdi yüce
yaratıcının yanında. Türkiye son kırk elli yılda öylesine fikrî
girdaplara düşürüldü, öylesine kısır döngülerin içine sokuldu ki, bu
toz duman içinde birbirine çok benzeyen bu iki büyük insan hakkında
ilmin, ahlâkın ve vicdanının süzgecinden geçen ciddî tahlillerden
mahrum bırakıldık. İkisinin de etrafı üç-beş sloganla çevrildi ve
"Kitle psikolojisi", "fikri derinliğinin" önüne geçti. ******süz bir
"******çülük" ve Türkeş’in binlerce defa reddettiği bir "Türkeşçilik"
kitlelere dayatıldı. Bu millet için bu iki büyük lider ne yapmışlardı?
Ülküleri, kaderleri ve mücadeleleri ile birbirlerine çok benzeyen bu
iki büyük insan arasındaki şaşırtıcı benzerlikler ve hayatlarının
"trajik" noktalarına temas etmek istiyorum:
Birincisi, ikisi de kendisine soyadı olarak "TÜRK" adını seçmişlerdir.
Bunun şuurlu ve gururlu bir seçim olduğu, hem tarih kaynaklarında
sabittir hem de hayatlarıyla ortaya konulmuştur.
İkincisi, ikisi de Osmanlı Devleti dağılmadan doğmuşlardır. İkisinin
de doğduğu yer, Türkiye’nin sınırları dışındadır. İkisinin de doğduğu
yerde Rum ve Yunan düşmanlığı, milliyetçiliğin belirgin vasıflarını
meydana getirmektedir. Bu düşmanlık elbette marazi değil, düşmanca bir
tutum karşısındaki tavır alıştır. Her ikisinin de çocukluğu soykırımcı
Yunan ve Rum çetelerinin arasında geçmiştir. İkisi de daha çocukken
aynı düşmanlığın kıskacına bilenerek, milli kimliklerini tanıdılar.
Başbuğ TÜRKEŞ’in doğduğu mekan şimdi hür bir TÜRK Devletinin toprağı.
Başbuğ ATATÜRK’ün doğduğu mekan hala kurtarılmayı bekleyen vatan
toprağı. Türkeş bu bakımdan mutlu öldü, ****** hüzünlüydü.
Üçüncüsü, ikisi de askeri mekteplere ilgi duyuyordu. İkisi de "asker"
oldu. İkisi de üniformasını çıkardı, halkın arasına karıştı. ******
Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu, Türkeş Milliyetçi Hareket Partisi’ni...
****** kurduğu devletin başına geçti, ideallerini bir bir
gerçekleştirmeye başladı. Türkeş, Türk milliyetçilerinin iktidara
gelişini göremedi. ****** mutlu öldü, Türkeş hüzünlüydü...
Dördüncüsü, ikisi de kelimenin tam anlamıyla "TÜRKÇÜ" idi. İkisinin
Türkçülüğü de ayırıcı değil birleştirici idi. Irka dayalı değil,
kültüre dayalı bir Türkçülük hareketini benimsediler. İkisi de Türk
kültürünün sınırlarını iyi biliyordu. İkisi de Türk’ün tarihini
Türk’ün "kaynağı"nda aradı. İkisi de bir gün Türklerin hürriyetlerine
kavuşacaklarına inanıyorlardı. İkisi de bunun için mücadele etti.
******’ün 1933 yılında söylediği şu sözler bakımından manidardır:
"Bugün Sovyet Rusya, dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu
dostluğa ihtiyacımız vardır.
Fakat yarın ne olacağını hiç kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı
İmparatorluğu gibi parçalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu
milletler, avuçlarından kaçabilir. Dünya bir dengeye ulaşır. O zaman
Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim, bu dostumuzun, komşumuzun
idaresinde dili bir, inancı bir özü bir kardeşimiz vardır. Onlara
sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup
beklemek değildir; hazırlanmak lâzımdır. Milletler buna nasıl
hazırlanır? Manevî köprüleri sağlam tutarak... Dil bir köprüdür, inanç
bir köprüdür, tarih bir köprüdür. Bugün biz bu kitlelerden dil
bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış, çok uzağa
düşmüşüz. Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onların ki mi? bunun
hesabını yapmakta fayda yoktur. Onların bize yaklaşmasını
bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli. Tarih bağı kurmamız
lâzım. Folklor bağı kurmamız lâzım, Bunları kim yapacak? Elbette biz.
Nasıl yapacağız? İşte görüyorsunuz; dil encümenleri, tarih encümenleri
kuruluyor. Dilimizi onların diline yaklaştırmaya ve böylece
birbirimizi daha kolay anlar hâle gelmeye çalışıyoruz, ortak bir mazi
yaratmak peşindeyiz. Bunlar adı konarak açıktan yapılmaz, bunlar,
devletin ve milletlerin derin düşünceleridir..." (İsmet Bozdağ,
"******’ün Sofrası" İstanbul 1971) ******’ün kalbini dolduran bu
gizli mücadele işareti, Türkeş’in yüreğini dolduran bir istiklâl ve
hürriyet ülküsüne dönüştü. ****** kısmen de olsa Türk dünyasının
hürriyetine kavuştuğunu göremeden öldü. Türkeş ise bu idealin gerçek
oluşunu an be an yaşadı. Türkeş bu bakımdan mutlu öldü, ******
hüzünlüydü.
Beşincisi, ikisi de kendilerine sembol olarak "BOZKURT"u seçti. Türk
tarihinin ve destanının bu şanlı sembolü ikisinin de yüreğini
tutuşturdu. ******, Türk parasını, pulunu Bozkurtlarla donattı.
Yaşadığı dönemde her köşeye her vesileyle bozkurt damgası vurdu.
Türkeş, ******’ün Türklüğün sembolü olarak kullandığı ve izci
teşkilâtında "YAVRU KURTLAR" olarak gençliğe aşıladığı Bozkurdu, bir
idealin mensuplarının tamamının adı hâline getirdi. Türkeş ile
Bozkurt, Türk Milliyetçiliğine inananların genel adı oldu. ******
ölünce, bozkurtları öldürdüler, Türkeş ölünce milyonlarca bozkurt
meydanları doldurdu. Bu bakımdan ****** hüzünlüydü, Türkeş mutlu
öldü.
Altıncısı, ikisi de ilme bağlıydı. İkisi de çok okur ve çok yazardı.
İlim, ikisinin de vecizelerinde ve düşüncelerinde birinci sırayı
alıyordu. "Hayatta en hakiki mürşid ilimdir, fendir" sözü ******’ün
çağlar ötesine ulaşacak dünya görüşünün sembolü idi. İkisi de Türkçü
bilim adamlarına ve şairlerine son derece yakındı. O membalardan
beslenmişlerdi: ****** ile Ziya Gökalp, Türkeş ile Atsız... İkisi de
bu büyük fikir adamlarını erken kaybetti... İkisi de hüzünlüydü.
Yedincisi, ikisi de Türk tarihinin en eski kaynaklarına yönelmişti.
İkisi de Türkistan steplerinin, Göktürk Kitâbelerinin, Alp Er Tunga
Sagusu’nun izinden giderek köklere ulaşmayı hedefliyordu. ******,
yıkılan bir imparatorluğun enkazından kurtularak, Türkistan
steplerindeki membaa ulaşmak isterken, Türkeş, o enkazın üzerinde
yürünür hâle gelen Türkiye’nin yeni şartlarını da değerlendirerek,
kopuk bir halkayı "ÜÇ HİLAL" ile genç cumhuriyete bağladı.
Sekizinci, ikisi de gençliğe büyük değer verdi İkisi de gençliği,
istikbalin teminatı olarak gördü. ******’ün "Gençliğe Hitabesi"
"Göktürk Kitâbesi" kadar anlamlı ve tarihîdir. Türkeş bütün hayatını
gençlere adadı. Her ihtilâlin biçtiği gençlik fidanını yeniden dikti,
yeniden büyüttü... Nihayet ******’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni emanet
ettiği gençliği yetiştirdi. O gençlik hem Türkiye Cumhuriyeti’ni hem
de Türk Dünyasını korumak ve kurtarmak sevdasıyla donandı.
Dokuzuncusu, Türkiye Türkçü ******’ü bu derece iyi anlayan Türkeş’i
sağlığında yeteri kadar anlayamadı. ****** adına yapılan ihtilâllerin
mağduru Türkeş ve onun gençliği oldu. Şimdi ikisi de Ankara’nın iki
mutena tepesinde birbirlerine gülümsüyorlar. Biri Anıttepe’deki
Anıtkabir’de, diğeri Beştepe’de ki Anıt- Mezarda Türk Milletinin
geleceğini hazırlayan iki lider olarak ebedi istirahatgâha çekildiler.
Onlar yarattıkları parlak tarihe mal oldular. Alp Er Tunga gibi...
Bilge Kağan gibi... Alparslan gibi... Fatih gibi... Yüce yaratıcının
rahmeti üzerine olsun...Ruhları Şad olsun.
İkisi de ALLAH’ın sonsuz rahmetine kavuştu, ikisi de şimdi yüce
yaratıcının yanında. Türkiye son kırk elli yılda öylesine fikrî
girdaplara düşürüldü, öylesine kısır döngülerin içine sokuldu ki, bu
toz duman içinde birbirine çok benzeyen bu iki büyük insan hakkında
ilmin, ahlâkın ve vicdanının süzgecinden geçen ciddî tahlillerden
mahrum bırakıldık. İkisinin de etrafı üç-beş sloganla çevrildi ve
"Kitle psikolojisi", "fikri derinliğinin" önüne geçti. ******süz bir
"******çülük" ve Türkeş’in binlerce defa reddettiği bir "Türkeşçilik"
kitlelere dayatıldı. Bu millet için bu iki büyük lider ne yapmışlardı?
Ülküleri, kaderleri ve mücadeleleri ile birbirlerine çok benzeyen bu
iki büyük insan arasındaki şaşırtıcı benzerlikler ve hayatlarının
"trajik" noktalarına temas etmek istiyorum:
Birincisi, ikisi de kendisine soyadı olarak "TÜRK" adını seçmişlerdir.
Bunun şuurlu ve gururlu bir seçim olduğu, hem tarih kaynaklarında
sabittir hem de hayatlarıyla ortaya konulmuştur.
İkincisi, ikisi de Osmanlı Devleti dağılmadan doğmuşlardır. İkisinin
de doğduğu yer, Türkiye’nin sınırları dışındadır. İkisinin de doğduğu
yerde Rum ve Yunan düşmanlığı, milliyetçiliğin belirgin vasıflarını
meydana getirmektedir. Bu düşmanlık elbette marazi değil, düşmanca bir
tutum karşısındaki tavır alıştır. Her ikisinin de çocukluğu soykırımcı
Yunan ve Rum çetelerinin arasında geçmiştir. İkisi de daha çocukken
aynı düşmanlığın kıskacına bilenerek, milli kimliklerini tanıdılar.
Başbuğ TÜRKEŞ’in doğduğu mekan şimdi hür bir TÜRK Devletinin toprağı.
Başbuğ ATATÜRK’ün doğduğu mekan hala kurtarılmayı bekleyen vatan
toprağı. Türkeş bu bakımdan mutlu öldü, ****** hüzünlüydü.
Üçüncüsü, ikisi de askeri mekteplere ilgi duyuyordu. İkisi de "asker"
oldu. İkisi de üniformasını çıkardı, halkın arasına karıştı. ******
Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu, Türkeş Milliyetçi Hareket Partisi’ni...
****** kurduğu devletin başına geçti, ideallerini bir bir
gerçekleştirmeye başladı. Türkeş, Türk milliyetçilerinin iktidara
gelişini göremedi. ****** mutlu öldü, Türkeş hüzünlüydü...
Dördüncüsü, ikisi de kelimenin tam anlamıyla "TÜRKÇÜ" idi. İkisinin
Türkçülüğü de ayırıcı değil birleştirici idi. Irka dayalı değil,
kültüre dayalı bir Türkçülük hareketini benimsediler. İkisi de Türk
kültürünün sınırlarını iyi biliyordu. İkisi de Türk’ün tarihini
Türk’ün "kaynağı"nda aradı. İkisi de bir gün Türklerin hürriyetlerine
kavuşacaklarına inanıyorlardı. İkisi de bunun için mücadele etti.
******’ün 1933 yılında söylediği şu sözler bakımından manidardır:
"Bugün Sovyet Rusya, dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu
dostluğa ihtiyacımız vardır.
Fakat yarın ne olacağını hiç kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı
İmparatorluğu gibi parçalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu
milletler, avuçlarından kaçabilir. Dünya bir dengeye ulaşır. O zaman
Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim, bu dostumuzun, komşumuzun
idaresinde dili bir, inancı bir özü bir kardeşimiz vardır. Onlara
sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup
beklemek değildir; hazırlanmak lâzımdır. Milletler buna nasıl
hazırlanır? Manevî köprüleri sağlam tutarak... Dil bir köprüdür, inanç
bir köprüdür, tarih bir köprüdür. Bugün biz bu kitlelerden dil
bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış, çok uzağa
düşmüşüz. Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onların ki mi? bunun
hesabını yapmakta fayda yoktur. Onların bize yaklaşmasını
bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli. Tarih bağı kurmamız
lâzım. Folklor bağı kurmamız lâzım, Bunları kim yapacak? Elbette biz.
Nasıl yapacağız? İşte görüyorsunuz; dil encümenleri, tarih encümenleri
kuruluyor. Dilimizi onların diline yaklaştırmaya ve böylece
birbirimizi daha kolay anlar hâle gelmeye çalışıyoruz, ortak bir mazi
yaratmak peşindeyiz. Bunlar adı konarak açıktan yapılmaz, bunlar,
devletin ve milletlerin derin düşünceleridir..." (İsmet Bozdağ,
"******’ün Sofrası" İstanbul 1971) ******’ün kalbini dolduran bu
gizli mücadele işareti, Türkeş’in yüreğini dolduran bir istiklâl ve
hürriyet ülküsüne dönüştü. ****** kısmen de olsa Türk dünyasının
hürriyetine kavuştuğunu göremeden öldü. Türkeş ise bu idealin gerçek
oluşunu an be an yaşadı. Türkeş bu bakımdan mutlu öldü, ******
hüzünlüydü.
Beşincisi, ikisi de kendilerine sembol olarak "BOZKURT"u seçti. Türk
tarihinin ve destanının bu şanlı sembolü ikisinin de yüreğini
tutuşturdu. ******, Türk parasını, pulunu Bozkurtlarla donattı.
Yaşadığı dönemde her köşeye her vesileyle bozkurt damgası vurdu.
Türkeş, ******’ün Türklüğün sembolü olarak kullandığı ve izci
teşkilâtında "YAVRU KURTLAR" olarak gençliğe aşıladığı Bozkurdu, bir
idealin mensuplarının tamamının adı hâline getirdi. Türkeş ile
Bozkurt, Türk Milliyetçiliğine inananların genel adı oldu. ******
ölünce, bozkurtları öldürdüler, Türkeş ölünce milyonlarca bozkurt
meydanları doldurdu. Bu bakımdan ****** hüzünlüydü, Türkeş mutlu
öldü.
Altıncısı, ikisi de ilme bağlıydı. İkisi de çok okur ve çok yazardı.
İlim, ikisinin de vecizelerinde ve düşüncelerinde birinci sırayı
alıyordu. "Hayatta en hakiki mürşid ilimdir, fendir" sözü ******’ün
çağlar ötesine ulaşacak dünya görüşünün sembolü idi. İkisi de Türkçü
bilim adamlarına ve şairlerine son derece yakındı. O membalardan
beslenmişlerdi: ****** ile Ziya Gökalp, Türkeş ile Atsız... İkisi de
bu büyük fikir adamlarını erken kaybetti... İkisi de hüzünlüydü.
Yedincisi, ikisi de Türk tarihinin en eski kaynaklarına yönelmişti.
İkisi de Türkistan steplerinin, Göktürk Kitâbelerinin, Alp Er Tunga
Sagusu’nun izinden giderek köklere ulaşmayı hedefliyordu. ******,
yıkılan bir imparatorluğun enkazından kurtularak, Türkistan
steplerindeki membaa ulaşmak isterken, Türkeş, o enkazın üzerinde
yürünür hâle gelen Türkiye’nin yeni şartlarını da değerlendirerek,
kopuk bir halkayı "ÜÇ HİLAL" ile genç cumhuriyete bağladı.
Sekizinci, ikisi de gençliğe büyük değer verdi İkisi de gençliği,
istikbalin teminatı olarak gördü. ******’ün "Gençliğe Hitabesi"
"Göktürk Kitâbesi" kadar anlamlı ve tarihîdir. Türkeş bütün hayatını
gençlere adadı. Her ihtilâlin biçtiği gençlik fidanını yeniden dikti,
yeniden büyüttü... Nihayet ******’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni emanet
ettiği gençliği yetiştirdi. O gençlik hem Türkiye Cumhuriyeti’ni hem
de Türk Dünyasını korumak ve kurtarmak sevdasıyla donandı.
Dokuzuncusu, Türkiye Türkçü ******’ü bu derece iyi anlayan Türkeş’i
sağlığında yeteri kadar anlayamadı. ****** adına yapılan ihtilâllerin
mağduru Türkeş ve onun gençliği oldu. Şimdi ikisi de Ankara’nın iki
mutena tepesinde birbirlerine gülümsüyorlar. Biri Anıttepe’deki
Anıtkabir’de, diğeri Beştepe’de ki Anıt- Mezarda Türk Milletinin
geleceğini hazırlayan iki lider olarak ebedi istirahatgâha çekildiler.
Onlar yarattıkları parlak tarihe mal oldular. Alp Er Tunga gibi...
Bilge Kağan gibi... Alparslan gibi... Fatih gibi... Yüce yaratıcının
rahmeti üzerine olsun...Ruhları Şad olsun.