XV.Yüzyılda, bizde, belirli bir tarih
görüşü vardı: Türk tarihinin en eski çağları olarak Oğuz Han
destanından bahsolunur, sonra pek kısa bir Selçuk tarihi anlatılarak
Osmanlılara geçilirdi. Böylece eski tarihçiler, Osmanlıları daha mühim
ve üstün tutmakla beraber, Türk tarihini bir bütün halinde gözden
geçirirlerdi.
Fakat bu tarih görüşü köklenmeden baltalandı. Hele, Hoca Sadeddin gibi
bir müverrihin, eserine doğrudan doğruya Osmanlılarla başlamasından
sonra, bizim için Türk tarihi sadece "Osmanlı tarihi" olarak kaldı. Ve
daha önceki Türklerden, az veya çok, yabancı milletler gibi
bahsedilmeye başlandı.
XIX. Yüzyılda Müşir Süleyman Paşa ile başlayan tepki, bu yanlış görüşü
sarsmaya başladı. Varlık ve başlangıcımızın Osmanlılardan daha ilerde
olduğu anlaşıldı. Eski Türklerden bahseden bölümler okul kitaplarına
kadar girmekle beraber, Türk tarihi, sıralanmış bir bütün haline
konulmadı. Çünkü çeşitli hükümdar sülâlelerinin zamanları ayrı ayrı
devletlermiş gibi ele alınıyor ve Türkler bir çok yerlerde bir çok
devletler kurup bunlardan hiç birisini uzun müddet yaşatamamış bir
millet gibi gösteriliyordu.
Halbuki gerçek hiç de böyle değildir. Çünkü Türk tarihi aralıksız bir bütündür. Mesele, onu sistemleştirmekten ibarettir.
***
Türk tarihine bakışımız nasıl olmalıdır? Bu, pek mühim bir meseledir.
Çünkü Türk tarihi; İngiliz, Alman veya Fransız milletlerinin tarihi
gibi ele alınamaz. Bunun sebebi, Türk tarihinin, o milletlerin tarihi
kadar basit olmayışıdır.
Bu gün, dünyadaki belli başlı milletlerin nasıl meydana geldiğini
biliyoruz. Çünkü bu, tarihin gözleri önünde olmuştur. Halbuki Türk
milleti tarih başladığı zaman teşekkül etmiş bulunuyordu.
Bundan başka bu milletlerin tarihi, hemen hemen, hep aynı dar bir
alanda geçtiği için, onların tarihlerini sıraya koymak kolaydır. Fakat,
Türk tarihi için bu, mümkün müdür? Bazen Çin’de, bazen Mısır’da, bazen
Avrupa’da gördüğümüz Türklerin tarihini bir çerçeveye sığdırmak güç bir
iş gibi gözükür. Bundan dolayıdır ki şimdiye kadar Türkler, kırk yerde
kırk devlet kuran bir millet sayılmış ve Türk tarihini kronolojik bir
düzene sokmak teşebbüsü görülmemiştir.
Eskiden, tarihin destanlarla karışık olduğu zamanlarda, Türklerin
kafasında daha sistemli bir tarih görüşü vardı. Bu gün, bir çok
bilinmeyen gerçekler meydana çıktığı için, artık, o eski görüş ile
yetinmek mümkün değildir. Bunun için bir yeni tarih sistemi bulmak
zorundayız. Milliyetçi olduğumuz ve büyük Türk birliğine inandığımız
için de, tarihimize vereceğimiz sistem, dileklerimize uygun olmalı ve
bu sistem, bize yalnız geçmişimizi en parlak şekilde göstermekle
kalmamalı, aynı zamanda ilerisi için de yol çizmelidir.
***
Bir çok milletler için tarih, bir vatan tarihidir. Meselâ Fransızlar
için vatan tarihinden başka bir tarih usulü gütmek mümkün değildir.
Bundan dolayı da Fransızlar için millet, o vatan içinde oturan ve
birbirine karışan insanların topluluğundan doğan varlık demektir. Çünkü
Fransızlar ne Gol, ne Lâtin, ne de Germen olduklarını iddia
edebilirler. Bu unsurların hepsinin aynı vatanda karışmasından doğan
bir millet oldukları için, vatan tarihini esas olarak almaya
mecburdurlar.
Araplar için tarih, bir millet tarihidir. Çünkü, vatanlarının sınırları
değişik kalmakla beraber, bu millet, uzun asırlar devletini kaybetmiş,
fakat millî varlığını saklamıştır.
İngilizler içinse tarih, bir devlet tarihidir. Çünkü, vatan dışına
çıkınca kültür bakımından İngiliz kalmakla beraber İngiliz’den başka
bir isim taşıyan İngilizler esas varlıklarını ana devletlerinde
korumuşlardır.
Bununla beraber bu hükümler kesin sayılamaz. Fransızlar için
vatan-devlet, İngilizler için devlet-vatan esasının varlığı da
söylenebilir. Kesin olan şudur ki, tarihi kuruluşları başka olan
milletler için, tarih sistemi de başka başkadır.
Bize Gelince: Bizim şimdiye kadar sahip olduğumuz "Tarihi Görüş"ümüz
yanlıştır. Çünkü bizim için millet-devlet esasını kabul etmek millî
menfaatlerimiz için daha uygun olduğu halde, biz, millet tarihi şöyle
dursun, devlet ve vatan tarihini bile bir yana bırakarak, yalnız sülâle
ve rejim tarihini esas olarak kabul ettik. Her sülaleyi bir devlet
sayarak, şimdiye kadar, sülâler sayısınca devlet kurduğumuzu ileri
sürdük. Fakat düşünmedik ki o kadar devlet kurduksa, bunların hiç
birisini da yaşatamamış olduk!
Halbuki elimizde, her zaman bir Türk devleti vardı. Çünkü gerçekte bu
kadar devlet kurmuş değil, bu kadar sülâle değiştirmiş bulunuyorduk.
Tarihi hayatları uzun olan bütün milletlerde olduğu gibi bizde de bir
takım hükümdar sülâleri gelmişti. Başka milletler onları hükümdar
sülâleri diye saydıkları halde, biz, ayrı devletler diye kabul ettik.
Bu çeşit hükümdar sülâlerinin zamanlarını ayrı devletler olarak kabul
etmek elbette ki yanlıştır. İngiltere’de, Fransa’da sülâleler nasıl
birbirlerinin ardından gelmişse ve Fransa’da Kapet, Burbon, Orlean,
Napoléon; Almanya’da Saksonya, Frankonya, Baviyara, Habsburg;
İngiltere’de Anju, Tudor, Stuard devletleri yoksa ve bunlar sadece
hanedanlar ise; bunun gibi, Türkelinde de Kun, Gök Türk, Uygur, Selçuk,
Osmanlı devletleri yok, sülâleri vardır. Bazen, iki veya daha çok
sülâle idaresinde iki veya daha çok siyasî Türk zümresinin bulunması ve
bunların birbirleriyle çarpışmaları bu kuralı bozamaz. Nasıl ki
Almanya’da düne kadar aynı zamanda hakim olan bir çok sülâleler bazen
birbirleriyle çarpıştıkları, hatta bunlardan bazıları Fransızlar ile
birleşerek öteki Almanlara karşı yürüdükleri halde Alman devleti bir
devlet sayılıyor idiyse, bizde de aynı şekilde bir devlet olmak
gerekir. Eğer bütün milletler tarihlerini bizdeki gibi
değerlendirselerdi, o zaman, meselâ İngiltere’de İki Gül savaşında iki
devlet bulunduğunu kabul etmek lâzım gelirdi. Yine Fransa’da,
kontlukların kuvvetlenip kıral nüfuzunun gücünü kaybettiği zamanlarda,
birkaç devlet bulunduğunu kabul etmek gerekirdi. Hele XVIII. ve XIX.
Yüzyıllar Almanyası, içinden çıkılmaz bir hal alır, belki de Almanya
denilen varlığın inkâr edilmesi lüzumu baş gösterirdi.
Bizim tarihimizin, böyle aykırı bir şekilde yazılmasında hanedancılık
zihniyeti büyük rol oynamıştır. Hanedanın kutsal bir varlık sayılması,
onun düşmesiyle, devletin yok olduğu düşüncesini doğurmuştur. Halbuki,
bu gibi hallerde değişen şey, zamanımızın kabine değişmeleri ile
kıyaslanacak kadar basittir. Meselâ Doğu Türklerinde Gök Türk
hanedanının düşüp Dokuz Oğuz hanedanının kurulması yeni bir devlet
doğması gibi sayılır. Halkı, sınırları, toprağı, teşkilatı, dili,
geleneği aynı olan bu iki devre arasındaki ayrılık, yalnız, yalnız,
başlarındaki hanedanın ayrı oluşundandır. Onun için, Gök Türkler ile
Dokuz Oğuzlara, nasıl, ayrı iki devlet diye bakabiliriz? Düşünmeli ki,
Dokuz Oğuz devresi Gök Türk devresinin tekamülünden başka bir şey
değildir. Ve nihayet, eğer, bizdeki hanedan değişmeleri başka
milletlerdeki hanedan değişmeleriyle aynı şartlar içinde olmuyorsa,
bunun sebeplerinin milletlerin ruhî farklarında aramalıdır.
Şu halde, hanedanları ayrı devlet saymak, hanedancılık zihniyeti ile hareket etmek değil midir?
Bir de günümüzün tarihinden örnek alalım: Osmanlı devleti yıkılmış,
onun yerine Türkiye Cumhuriyeti gelmiştir. Bu düşünüş de yanlıştır.
Çünkü, bir Osmanlı devleti yoktu ki yıkılmış olsun. Sadece Osmanlı
hanedanı vardı. Yıkılan odur. Yâni devlette rejim değişmiştir. İşte o
kadar...
Sonra şunu da unutmamak gerek ki, eğer biz, yıkılan sülâleleri
devletler gibi gösterirsek, bundan, Türklerin siyasi hayatta istikrara
sahip olamadıkları, devletlerini uzun zaman yaşatamadıkları sonucu da
çıkar. Milletlerin ruhiyatı yüz yıllar içinde değişmediğine veya pek az
değiştiğine göre, bu, Türkiye Cumhuriyetini de uzun müddet
yaşatamayacağımız gibi bir düşünceye yol açabilir. Bundan kazanacak
olan da, elbette, biz olamayız.
Milletlerin hayatında iç savaşlar ve karışıklıklar görülür. Fakat
bundan, hiçbir zaman o devletin ikiye ayrıldığı mân+ası çıkmaz. Eğer,
böyle olursa, merkeziyetçi olmayan eski Türk idare şekline göre,
milletimizin, pek dağınık bir hayat yaşadığı, birleşip devlet
kuramadığı gibi bir mânâ da çıkabilir.
Yine, bazı iç karışıklık ve ayrılıkların uzun sürdüğü de olur.
Anadolu’daki beğlikler devri gibi. Bu beğliklerin hepsini birer devlet
sayabilir miyiz? Bu, büyük bir yanlış olur. Çünkü gerçekte olan şey,
batı Türklerinin başsız kalmalarından ibarettir. Nitekim 1806 – 1871
arasında Almanya da başsız kalmış, fakat kimse Prusya, Baviyara,
Saksonya, Vurtemberg vesaireyi ayrı birer devlet saymamıştır. Tarih
yine Almanya tarihi olarak sayılmış ve okunmuştur. Halbuki biz hâlâ,
her sülâleyi ayrı devlet sayıyor ve Türkiye tarihi deyince, pek pek,
Osmanlı hanedanı ve cumhuriyet devrini anlıyoruz.
O halde, bu yanlış görüşü nasıl doğrultmalıyız.
görüşü vardı: Türk tarihinin en eski çağları olarak Oğuz Han
destanından bahsolunur, sonra pek kısa bir Selçuk tarihi anlatılarak
Osmanlılara geçilirdi. Böylece eski tarihçiler, Osmanlıları daha mühim
ve üstün tutmakla beraber, Türk tarihini bir bütün halinde gözden
geçirirlerdi.
Fakat bu tarih görüşü köklenmeden baltalandı. Hele, Hoca Sadeddin gibi
bir müverrihin, eserine doğrudan doğruya Osmanlılarla başlamasından
sonra, bizim için Türk tarihi sadece "Osmanlı tarihi" olarak kaldı. Ve
daha önceki Türklerden, az veya çok, yabancı milletler gibi
bahsedilmeye başlandı.
XIX. Yüzyılda Müşir Süleyman Paşa ile başlayan tepki, bu yanlış görüşü
sarsmaya başladı. Varlık ve başlangıcımızın Osmanlılardan daha ilerde
olduğu anlaşıldı. Eski Türklerden bahseden bölümler okul kitaplarına
kadar girmekle beraber, Türk tarihi, sıralanmış bir bütün haline
konulmadı. Çünkü çeşitli hükümdar sülâlelerinin zamanları ayrı ayrı
devletlermiş gibi ele alınıyor ve Türkler bir çok yerlerde bir çok
devletler kurup bunlardan hiç birisini uzun müddet yaşatamamış bir
millet gibi gösteriliyordu.
Halbuki gerçek hiç de böyle değildir. Çünkü Türk tarihi aralıksız bir bütündür. Mesele, onu sistemleştirmekten ibarettir.
***
Türk tarihine bakışımız nasıl olmalıdır? Bu, pek mühim bir meseledir.
Çünkü Türk tarihi; İngiliz, Alman veya Fransız milletlerinin tarihi
gibi ele alınamaz. Bunun sebebi, Türk tarihinin, o milletlerin tarihi
kadar basit olmayışıdır.
Bu gün, dünyadaki belli başlı milletlerin nasıl meydana geldiğini
biliyoruz. Çünkü bu, tarihin gözleri önünde olmuştur. Halbuki Türk
milleti tarih başladığı zaman teşekkül etmiş bulunuyordu.
Bundan başka bu milletlerin tarihi, hemen hemen, hep aynı dar bir
alanda geçtiği için, onların tarihlerini sıraya koymak kolaydır. Fakat,
Türk tarihi için bu, mümkün müdür? Bazen Çin’de, bazen Mısır’da, bazen
Avrupa’da gördüğümüz Türklerin tarihini bir çerçeveye sığdırmak güç bir
iş gibi gözükür. Bundan dolayıdır ki şimdiye kadar Türkler, kırk yerde
kırk devlet kuran bir millet sayılmış ve Türk tarihini kronolojik bir
düzene sokmak teşebbüsü görülmemiştir.
Eskiden, tarihin destanlarla karışık olduğu zamanlarda, Türklerin
kafasında daha sistemli bir tarih görüşü vardı. Bu gün, bir çok
bilinmeyen gerçekler meydana çıktığı için, artık, o eski görüş ile
yetinmek mümkün değildir. Bunun için bir yeni tarih sistemi bulmak
zorundayız. Milliyetçi olduğumuz ve büyük Türk birliğine inandığımız
için de, tarihimize vereceğimiz sistem, dileklerimize uygun olmalı ve
bu sistem, bize yalnız geçmişimizi en parlak şekilde göstermekle
kalmamalı, aynı zamanda ilerisi için de yol çizmelidir.
***
Bir çok milletler için tarih, bir vatan tarihidir. Meselâ Fransızlar
için vatan tarihinden başka bir tarih usulü gütmek mümkün değildir.
Bundan dolayı da Fransızlar için millet, o vatan içinde oturan ve
birbirine karışan insanların topluluğundan doğan varlık demektir. Çünkü
Fransızlar ne Gol, ne Lâtin, ne de Germen olduklarını iddia
edebilirler. Bu unsurların hepsinin aynı vatanda karışmasından doğan
bir millet oldukları için, vatan tarihini esas olarak almaya
mecburdurlar.
Araplar için tarih, bir millet tarihidir. Çünkü, vatanlarının sınırları
değişik kalmakla beraber, bu millet, uzun asırlar devletini kaybetmiş,
fakat millî varlığını saklamıştır.
İngilizler içinse tarih, bir devlet tarihidir. Çünkü, vatan dışına
çıkınca kültür bakımından İngiliz kalmakla beraber İngiliz’den başka
bir isim taşıyan İngilizler esas varlıklarını ana devletlerinde
korumuşlardır.
Bununla beraber bu hükümler kesin sayılamaz. Fransızlar için
vatan-devlet, İngilizler için devlet-vatan esasının varlığı da
söylenebilir. Kesin olan şudur ki, tarihi kuruluşları başka olan
milletler için, tarih sistemi de başka başkadır.
Bize Gelince: Bizim şimdiye kadar sahip olduğumuz "Tarihi Görüş"ümüz
yanlıştır. Çünkü bizim için millet-devlet esasını kabul etmek millî
menfaatlerimiz için daha uygun olduğu halde, biz, millet tarihi şöyle
dursun, devlet ve vatan tarihini bile bir yana bırakarak, yalnız sülâle
ve rejim tarihini esas olarak kabul ettik. Her sülaleyi bir devlet
sayarak, şimdiye kadar, sülâler sayısınca devlet kurduğumuzu ileri
sürdük. Fakat düşünmedik ki o kadar devlet kurduksa, bunların hiç
birisini da yaşatamamış olduk!
Halbuki elimizde, her zaman bir Türk devleti vardı. Çünkü gerçekte bu
kadar devlet kurmuş değil, bu kadar sülâle değiştirmiş bulunuyorduk.
Tarihi hayatları uzun olan bütün milletlerde olduğu gibi bizde de bir
takım hükümdar sülâleri gelmişti. Başka milletler onları hükümdar
sülâleri diye saydıkları halde, biz, ayrı devletler diye kabul ettik.
Bu çeşit hükümdar sülâlerinin zamanlarını ayrı devletler olarak kabul
etmek elbette ki yanlıştır. İngiltere’de, Fransa’da sülâleler nasıl
birbirlerinin ardından gelmişse ve Fransa’da Kapet, Burbon, Orlean,
Napoléon; Almanya’da Saksonya, Frankonya, Baviyara, Habsburg;
İngiltere’de Anju, Tudor, Stuard devletleri yoksa ve bunlar sadece
hanedanlar ise; bunun gibi, Türkelinde de Kun, Gök Türk, Uygur, Selçuk,
Osmanlı devletleri yok, sülâleri vardır. Bazen, iki veya daha çok
sülâle idaresinde iki veya daha çok siyasî Türk zümresinin bulunması ve
bunların birbirleriyle çarpışmaları bu kuralı bozamaz. Nasıl ki
Almanya’da düne kadar aynı zamanda hakim olan bir çok sülâleler bazen
birbirleriyle çarpıştıkları, hatta bunlardan bazıları Fransızlar ile
birleşerek öteki Almanlara karşı yürüdükleri halde Alman devleti bir
devlet sayılıyor idiyse, bizde de aynı şekilde bir devlet olmak
gerekir. Eğer bütün milletler tarihlerini bizdeki gibi
değerlendirselerdi, o zaman, meselâ İngiltere’de İki Gül savaşında iki
devlet bulunduğunu kabul etmek lâzım gelirdi. Yine Fransa’da,
kontlukların kuvvetlenip kıral nüfuzunun gücünü kaybettiği zamanlarda,
birkaç devlet bulunduğunu kabul etmek gerekirdi. Hele XVIII. ve XIX.
Yüzyıllar Almanyası, içinden çıkılmaz bir hal alır, belki de Almanya
denilen varlığın inkâr edilmesi lüzumu baş gösterirdi.
Bizim tarihimizin, böyle aykırı bir şekilde yazılmasında hanedancılık
zihniyeti büyük rol oynamıştır. Hanedanın kutsal bir varlık sayılması,
onun düşmesiyle, devletin yok olduğu düşüncesini doğurmuştur. Halbuki,
bu gibi hallerde değişen şey, zamanımızın kabine değişmeleri ile
kıyaslanacak kadar basittir. Meselâ Doğu Türklerinde Gök Türk
hanedanının düşüp Dokuz Oğuz hanedanının kurulması yeni bir devlet
doğması gibi sayılır. Halkı, sınırları, toprağı, teşkilatı, dili,
geleneği aynı olan bu iki devre arasındaki ayrılık, yalnız, yalnız,
başlarındaki hanedanın ayrı oluşundandır. Onun için, Gök Türkler ile
Dokuz Oğuzlara, nasıl, ayrı iki devlet diye bakabiliriz? Düşünmeli ki,
Dokuz Oğuz devresi Gök Türk devresinin tekamülünden başka bir şey
değildir. Ve nihayet, eğer, bizdeki hanedan değişmeleri başka
milletlerdeki hanedan değişmeleriyle aynı şartlar içinde olmuyorsa,
bunun sebeplerinin milletlerin ruhî farklarında aramalıdır.
Şu halde, hanedanları ayrı devlet saymak, hanedancılık zihniyeti ile hareket etmek değil midir?
Bir de günümüzün tarihinden örnek alalım: Osmanlı devleti yıkılmış,
onun yerine Türkiye Cumhuriyeti gelmiştir. Bu düşünüş de yanlıştır.
Çünkü, bir Osmanlı devleti yoktu ki yıkılmış olsun. Sadece Osmanlı
hanedanı vardı. Yıkılan odur. Yâni devlette rejim değişmiştir. İşte o
kadar...
Sonra şunu da unutmamak gerek ki, eğer biz, yıkılan sülâleleri
devletler gibi gösterirsek, bundan, Türklerin siyasi hayatta istikrara
sahip olamadıkları, devletlerini uzun zaman yaşatamadıkları sonucu da
çıkar. Milletlerin ruhiyatı yüz yıllar içinde değişmediğine veya pek az
değiştiğine göre, bu, Türkiye Cumhuriyetini de uzun müddet
yaşatamayacağımız gibi bir düşünceye yol açabilir. Bundan kazanacak
olan da, elbette, biz olamayız.
Milletlerin hayatında iç savaşlar ve karışıklıklar görülür. Fakat
bundan, hiçbir zaman o devletin ikiye ayrıldığı mân+ası çıkmaz. Eğer,
böyle olursa, merkeziyetçi olmayan eski Türk idare şekline göre,
milletimizin, pek dağınık bir hayat yaşadığı, birleşip devlet
kuramadığı gibi bir mânâ da çıkabilir.
Yine, bazı iç karışıklık ve ayrılıkların uzun sürdüğü de olur.
Anadolu’daki beğlikler devri gibi. Bu beğliklerin hepsini birer devlet
sayabilir miyiz? Bu, büyük bir yanlış olur. Çünkü gerçekte olan şey,
batı Türklerinin başsız kalmalarından ibarettir. Nitekim 1806 – 1871
arasında Almanya da başsız kalmış, fakat kimse Prusya, Baviyara,
Saksonya, Vurtemberg vesaireyi ayrı birer devlet saymamıştır. Tarih
yine Almanya tarihi olarak sayılmış ve okunmuştur. Halbuki biz hâlâ,
her sülâleyi ayrı devlet sayıyor ve Türkiye tarihi deyince, pek pek,
Osmanlı hanedanı ve cumhuriyet devrini anlıyoruz.
O halde, bu yanlış görüşü nasıl doğrultmalıyız.