Çorum'un Alaca kazasından olup 32 yaşındaydı. Ankara Türközü
Bademlidere semtinde oturuyordu. Ankara'da cereyan eden bir takım
olaylara karıştığı iddiasıyla tutuklanarak Mamak Askeri Cezaevi'ne
kapatılmıştı.
Yargılandığı 12 Eylül mahkemelerinde "idam"ına karar verildi. 27 Mart
günü, sabahın ilk saatlerinde Mamak Cezaevi'nde asılarak şehit edildi.
Cenazesi, Ankara Karşıyaka Mezarlığı'na defnedildi.
ÜMMET ARIKAN (Fikri Arıkan'ın Babası) ANLATIYOR
Türközü'nün bayırlarında köhne bir yapı. Ve tozlu topraklı yolların
açtığı yerde bir çift göz ev. Yokluk, sefalet ve perişanlık sinmiş evin
duvarlarına. Ağlıyor o. ...
Hep inlemede Ümmet Amca. Sidik torbası yanında sarkmış, iki büklüm
olmuş belinin orta yerine vurmuşlar, oğlunu şehit vermiş Ümmet Amca.
Çökmüş gözleri, sıyrılmış yüz derisiyle çileyi germiş bedenine...
Soruyorum... idam gecesini, öncesini, sonrasını... Bir bir anlatıyor
Ümmet Amca. Kâh ağlıyor, kah inliyor, kah debeleniyor için için.
"Yatsı namazını kıldım, selamladım. Radyoyu açtım, açar açmaz Fikri
Arıkan, bugün saat üçte idam olacak dedi. Bayılmışım orada. Kız çocuğu
taksi tutmuş, doğru Doğan'ın oraya... Beni evde bırakıyorlar tabii.
Bizimkiler emmi uşakları, konu komşu birikip gidiyorlar. Ne çare oğlum,
ne çare! iş işten geçmiş. Asmışlar oğlumu.
Sabah oldu, sen gel bana sor. Beni de aldılar yanlarına. Mezarlığa
gittik. Yüz kişi falan var. Hocalar bağırdılar, Fikri'nin babası
geliyor diye bağırdılar. Beni kucakladılar hep. Yavrum asılmadan önce,
hocalar anlattı, üç sefer bağırmış: Kahrolsun komünistler, kahrolsun
komünistler, kahrolsun komünistler diye.
Sonra da bu düzene vermiş veriştirmiş. Oğlumu bir anlatıyorlar, bir
anlatıyorlar, bitiremiyorlardı güzelliklerini. Şöyle, aşılmazdan önce,
bakmışlar ki, alnında nur var, vallahi nur varmış alnında. Oradakilerin
hepsi hayıflanıyorlar, böyle bir yiğidi nasıl olur da asarlar diye.
Efendime söyleyeyim, kefen şöyle böyle sarın falan diyenler olmuş.
Eh işte. On onbeş hoca elime ayağıma düştüler. Sen Fikri'nin babasısın
sen Fikri'nin babasısın diye etrafımda fır döndüler. Ser ne mutlu bir
babasın, sen şehit babasısın diye eteğime yapıştılar. Yavrumun kabrine
götürdüler. Bayrama ya bi gün var ya iki gün. Duvara nasıl vurmuşsam
vurmuşum haberim yok. Burnum kırılmış, her tarafım kan olmuş tabii.
Oradan beni alıp götürmüşler.
Oğlum, idam edilmezden önce nişanlı bacısına mektup yazıyor. Mektubu
onlar götürdü. "Bacım" diyor, "Sen sen ol, başını falan açma. Namazını
kıl, orucunu tut." Nasihat ediyor. Sonra, ilhan kardeşine bir şeyler
yazıyor. Diyor ki, "Babamın sözünden çıkma. Aman ha aman, namazında ol,
orucunda ol, İslâm yolundan ayrılma. Aynen böyle diyor. Bize ayrıca
yazmadı. Yazıp yazmadığı o mektupçuk işte. Ben nasıl yaşayım oğlum.
Halime bakın halime.
Hocalar çok şey anlattılar, idam edilen yere gelmişler. Benim Fikri'min
eli kolu bağlıymış zincirinen. Elimi kolumu açın diye bağırmış.
Namazımı kılacağım, demiş. Zincirini çözmüşler, oğlum, önce abdest
almış, Kur'an okumuş, iki rekat namaz kılmış... Sonra işte Allah demiş,
hep, Allah'ı anmış her soluğunda. Avukatı vardı. O gitmemiş. Dayanamam
ben demiş gitmemiş işte.
İdam edilmeden önce ziyaretine gittimdi. Yanımda kızım vardı. Ağlıyorum
habire, kendimde değilim. Canım da yanıyor, kolay mı? Bana kızdı:
"Allah için ölmek güzel baba, dedi, metin ol, dedi. Teselli verdi
yavrum bana. Bacısına da öğüt verdi. Müslüman Türk kızı gibi ol, dedi,
İslâmı öğren, yaşa dedi durmadan. Ölümden hiç korkmuyordu yavrum...
Korkmadan da gitti.
Ağlıyordu Ümmet Amca. Onu acısıyla baş başa bırakmak içime sinmedi. Onu
yoksulluğu ile yerin dibinde inlemelerle terk etmek hoş değildi. Ne var
ki, ben de Fikri gibi biriydim. Tek farkım, o kurtulmuştu, ben ise hâlâ
imtihan içeri imtihandaydım. Ayrıldım Ümmet amcadan. Ağlıyordu o...
********************************
FİKRİ’MİN İNCE GÜL’Ü
'Altı da bir, üstü de birdir yerin...'
Diyordu hücre arkadaşım. Yani, 'ha hücredeyiz, ha sarayda.'
Volta atarken bir taraftan söyleniyor, üç adımda yol biterken, geri
dönüp bir üç adım daha atıyor ancak duvar yine yolunu kesiyordu. Ben
ranzamda uzanmış onun şiir gibi estetik olan yürüyüşünü seyrederken bir
taraftan da, böyle lânetlik hücreyi, ihtişamlı bir sarayla mukayese
edecek kadar güçlü olan bu müthiş iradeyi hayranlıkla izliyordum.
Bu arkadaşım, Ülkücü camia içinde idama en yakın olanıydı. Beş idam
cezası Yargıtay’da onay beklerken, bir çok mahkeme de son aşamadaydı.
MHP davası, Adana olaylarının 151 numaralı sanığı olarak Mamak
Cezaevi’ne getirilmişti.
O Yunus Uzun'du... O bir destandı... Kartalları kıskandıran keskin
gözleri hangi örgütçünün üzerinde çakılsa, o militan bir daha güneşin
doğacağına olan inancını yitirirdi. Hayatı sevenler, Yunus gözlerine
bakmasın diye başlarını eğip geçerlerdi.
O gün biraz sıkıntılıydık. Fikri Arıkan isimli arkadaşımız mahkemeye
gitmişti ve onu sabırsızlıkla bekliyorduk. Zaman ise sanki durmuş, bize
sabır eğitimi yaptırıyordu. Bu arkadaşımız daha önce iki kez idam
cezası almış, Yargıtay ikisinde de cezayı esastan bozmuştu. Evet bu son
mahkemeydi ve onaylanan idam cezaları üç günde infaz ediliyordu.
4 numaralı hücrede kalan Fikri Arıkan'ı sabah sekizde mahkemeye
götürmüşler ve saat neredeyse 15.30 civarıydı hâlâ ortalıkta yoktu. Bir
müddet sonra askerlerin ayak seslerinden Fikri'nin geldiğini anladık.
Hücrelerimizin kapısı demir mazgallardan oluştuğu için dışarıyı
rahatlıkla görebiliyorduk.
İlk hücre olduğumuzdan Fikri bizim önümüzden geçecekti. Nihayet geldi
ve tebessüm ederek bizi selâmladı. Onu böyle neşeli görünce büyük bir
ümide kapıldık ve Yunus'la sevinç içerisinde birbirimize sarıldık.
Hücreler arası konuşmak yasaktı aksi takdirde ağır cezaî müeyyideler
vardı. Ama biz bir yolunu bulmuş ve her türlü haberleşmeyi herkesin
önünde rahatlıkla yapar olmuştuk.
Nazarî eğitim adı altında mecburî bir ders vardı ve bizlerden bir kişi
hücrenin kapısına gelerek Nutuk kitabını okurken, bu arada metindeki
sözleri değiştirerek, istediğini anlatabiliyordu. Başımızdaki
nöbetçiler de kitabın metni zannederek bizimle beraber huşu içerisinde
dinlerlerdi.
Nutuk, muhteva olarak bizim mevzularımıza çok uygundu ve mahkemeleri
böylece tartışabiliyorduk. Nutuk'ta da mahkeme, iaşe ve tartışmalarla
dolu metinler mevcuttu. Fikri, okumaya başladı. Sesi çok net ve
vakurdu. Rahat ve huzur bulmuş bir sesle mahkemenin zaferle
sonuçlandığını müjdeliyordu. Bizler âdeta nefes bile almadan onu
dinlerken, biran önce sonuca gelmesini bekliyorduk.
-Ve Eyüp kurtuldu, dedi Fikri Arıkan. Eyüp Özmen, aynı davadan daha
önce idam cezası almış ve idam bekleyen bir arkadaşımızdı. Sehpaya
hazırlanırken beraat etmişti. Bunu bir zafer olarak bizlere
müjdeliyordu Fikri. Ya kendisi? O’nun için ne karar çıkmıştı acaba?
-Senin için ne karar çıktı?.. diye bağırarak sordum ben. Sabrım
kalmamıştı artık. Askerler benim bu kuralsız çıkışımı duymamazlıktan
geldiler ki; bu davranışları kararın vahametini göstermeye yetiyordu.
-Benimki idam... diye devam etti Fikri.
Yıkılmıştık. Ama o ayaktaydı ve berrak bir ses tonuyla bizleri teselli etmeye çalışıyordu. Sesi dik ve metindi...
Aman Rabbim! Fikri, arkadaşının beraat ettiğini söylüyor ve bunu bir
zafer olarak bizlere müjdelerken, kendisinin aldığı idam cezasını
sıradan bir kararmış gibi, sanki bir düğün davetiyesiymiş gibi bizlere
anlatıyordu. Biz çökmüştük. 5 numaralı hücreden bir feryat yükseldi. Bu
isyan eden sesin sahibi üç komünist liderle beraber kalan Şahin Göksel
Arduç isimli genç bir arkadaşımızdı. Sekiz hücreden oluşan, tecrit
bölümünde başkaca çıt çıkmıyordu.
Üç gün sonra bir şafak vakti kurulacak idam sehpası, cellat, yağlı
urgan, yüze karşı okunacak olan ferman, beyaz gömlek bir anda buralara
hâkim olmuştu. Sanki kafatasım büyümüş ben de içindeydim. Kendi kafamın
içinde. Bu nasıl bir hâldi bu nasıl bir duygu!..
Çok ölüm görmüştüm ama bu başka bir vaziyet, bambaşka bir hâl. Daha
önce İstanbul’da bu duyguları yaşamış, asılarak idam edilen İsmet Şahin
olayında bizler de yanmış, bizler de ölmüştük. Bir kere daha, dedim
kendi ken-dime, insan bir kere ölür ama, biz bin kere. Fikri Arıkan
sakin ve tereddütten uzak mistik bir ses tonuyla konuşmaya devam
ediyordu:
-Bu gece çok rahat uyurum artık...
Fikri'nin rahat uykudan sözetmesini anlamaya çalışıyordum. O ise konuşmaya devam ediyordu:
-Şimdi dünyanın en rahat insanı benim. Yüce yaratıcının rızası yolunda,
ölümümü her türlü tehlikeye karşı keskin bir silah olarak kuşandım.
Demek ki, kendi ölümüm benim en etkili silahım olacakmış. Büyük, güçlü
bir silah olan insanın kendi ölümü. 'Ve ben şimdi yaşamımın en güzel,
en tatlı, en dinlendirici uykusunu uyuyabilirim.'
-Adalet terazisini, oduncu kantarına çevirdiler, diyordu, hücre
arkadaşım Yunus. Evet, oduncu kantarı daha hassastı bunların
terazisinden, nasıl olsa üç aşağı beş yukarı farketmiyordu.
Birkaç gün sonra güneş, Fikri'siz doğacaktı. Takvimler ve zaman bir kere daha durmuştu.
O'nu şafakta astılar...
Ülkücü hareketin altın halkalarından olan ele avuca sığmaz acar Adana
çocuğu, A-blok 1 Numaralı hücredeki can yoldaşım Yunus Uzun ise idam
beklerken, kader onu başka bir yerde yakalayacak ve bu arkadaşım da
Aydın Cezaevi’nde şehit düşecekti.
Bademlidere semtinde oturuyordu. Ankara'da cereyan eden bir takım
olaylara karıştığı iddiasıyla tutuklanarak Mamak Askeri Cezaevi'ne
kapatılmıştı.
Yargılandığı 12 Eylül mahkemelerinde "idam"ına karar verildi. 27 Mart
günü, sabahın ilk saatlerinde Mamak Cezaevi'nde asılarak şehit edildi.
Cenazesi, Ankara Karşıyaka Mezarlığı'na defnedildi.
ÜMMET ARIKAN (Fikri Arıkan'ın Babası) ANLATIYOR
Türközü'nün bayırlarında köhne bir yapı. Ve tozlu topraklı yolların
açtığı yerde bir çift göz ev. Yokluk, sefalet ve perişanlık sinmiş evin
duvarlarına. Ağlıyor o. ...
Hep inlemede Ümmet Amca. Sidik torbası yanında sarkmış, iki büklüm
olmuş belinin orta yerine vurmuşlar, oğlunu şehit vermiş Ümmet Amca.
Çökmüş gözleri, sıyrılmış yüz derisiyle çileyi germiş bedenine...
Soruyorum... idam gecesini, öncesini, sonrasını... Bir bir anlatıyor
Ümmet Amca. Kâh ağlıyor, kah inliyor, kah debeleniyor için için.
"Yatsı namazını kıldım, selamladım. Radyoyu açtım, açar açmaz Fikri
Arıkan, bugün saat üçte idam olacak dedi. Bayılmışım orada. Kız çocuğu
taksi tutmuş, doğru Doğan'ın oraya... Beni evde bırakıyorlar tabii.
Bizimkiler emmi uşakları, konu komşu birikip gidiyorlar. Ne çare oğlum,
ne çare! iş işten geçmiş. Asmışlar oğlumu.
Sabah oldu, sen gel bana sor. Beni de aldılar yanlarına. Mezarlığa
gittik. Yüz kişi falan var. Hocalar bağırdılar, Fikri'nin babası
geliyor diye bağırdılar. Beni kucakladılar hep. Yavrum asılmadan önce,
hocalar anlattı, üç sefer bağırmış: Kahrolsun komünistler, kahrolsun
komünistler, kahrolsun komünistler diye.
Sonra da bu düzene vermiş veriştirmiş. Oğlumu bir anlatıyorlar, bir
anlatıyorlar, bitiremiyorlardı güzelliklerini. Şöyle, aşılmazdan önce,
bakmışlar ki, alnında nur var, vallahi nur varmış alnında. Oradakilerin
hepsi hayıflanıyorlar, böyle bir yiğidi nasıl olur da asarlar diye.
Efendime söyleyeyim, kefen şöyle böyle sarın falan diyenler olmuş.
Eh işte. On onbeş hoca elime ayağıma düştüler. Sen Fikri'nin babasısın
sen Fikri'nin babasısın diye etrafımda fır döndüler. Ser ne mutlu bir
babasın, sen şehit babasısın diye eteğime yapıştılar. Yavrumun kabrine
götürdüler. Bayrama ya bi gün var ya iki gün. Duvara nasıl vurmuşsam
vurmuşum haberim yok. Burnum kırılmış, her tarafım kan olmuş tabii.
Oradan beni alıp götürmüşler.
Oğlum, idam edilmezden önce nişanlı bacısına mektup yazıyor. Mektubu
onlar götürdü. "Bacım" diyor, "Sen sen ol, başını falan açma. Namazını
kıl, orucunu tut." Nasihat ediyor. Sonra, ilhan kardeşine bir şeyler
yazıyor. Diyor ki, "Babamın sözünden çıkma. Aman ha aman, namazında ol,
orucunda ol, İslâm yolundan ayrılma. Aynen böyle diyor. Bize ayrıca
yazmadı. Yazıp yazmadığı o mektupçuk işte. Ben nasıl yaşayım oğlum.
Halime bakın halime.
Hocalar çok şey anlattılar, idam edilen yere gelmişler. Benim Fikri'min
eli kolu bağlıymış zincirinen. Elimi kolumu açın diye bağırmış.
Namazımı kılacağım, demiş. Zincirini çözmüşler, oğlum, önce abdest
almış, Kur'an okumuş, iki rekat namaz kılmış... Sonra işte Allah demiş,
hep, Allah'ı anmış her soluğunda. Avukatı vardı. O gitmemiş. Dayanamam
ben demiş gitmemiş işte.
İdam edilmeden önce ziyaretine gittimdi. Yanımda kızım vardı. Ağlıyorum
habire, kendimde değilim. Canım da yanıyor, kolay mı? Bana kızdı:
"Allah için ölmek güzel baba, dedi, metin ol, dedi. Teselli verdi
yavrum bana. Bacısına da öğüt verdi. Müslüman Türk kızı gibi ol, dedi,
İslâmı öğren, yaşa dedi durmadan. Ölümden hiç korkmuyordu yavrum...
Korkmadan da gitti.
Ağlıyordu Ümmet Amca. Onu acısıyla baş başa bırakmak içime sinmedi. Onu
yoksulluğu ile yerin dibinde inlemelerle terk etmek hoş değildi. Ne var
ki, ben de Fikri gibi biriydim. Tek farkım, o kurtulmuştu, ben ise hâlâ
imtihan içeri imtihandaydım. Ayrıldım Ümmet amcadan. Ağlıyordu o...
********************************
FİKRİ’MİN İNCE GÜL’Ü
'Altı da bir, üstü de birdir yerin...'
Diyordu hücre arkadaşım. Yani, 'ha hücredeyiz, ha sarayda.'
Volta atarken bir taraftan söyleniyor, üç adımda yol biterken, geri
dönüp bir üç adım daha atıyor ancak duvar yine yolunu kesiyordu. Ben
ranzamda uzanmış onun şiir gibi estetik olan yürüyüşünü seyrederken bir
taraftan da, böyle lânetlik hücreyi, ihtişamlı bir sarayla mukayese
edecek kadar güçlü olan bu müthiş iradeyi hayranlıkla izliyordum.
Bu arkadaşım, Ülkücü camia içinde idama en yakın olanıydı. Beş idam
cezası Yargıtay’da onay beklerken, bir çok mahkeme de son aşamadaydı.
MHP davası, Adana olaylarının 151 numaralı sanığı olarak Mamak
Cezaevi’ne getirilmişti.
O Yunus Uzun'du... O bir destandı... Kartalları kıskandıran keskin
gözleri hangi örgütçünün üzerinde çakılsa, o militan bir daha güneşin
doğacağına olan inancını yitirirdi. Hayatı sevenler, Yunus gözlerine
bakmasın diye başlarını eğip geçerlerdi.
O gün biraz sıkıntılıydık. Fikri Arıkan isimli arkadaşımız mahkemeye
gitmişti ve onu sabırsızlıkla bekliyorduk. Zaman ise sanki durmuş, bize
sabır eğitimi yaptırıyordu. Bu arkadaşımız daha önce iki kez idam
cezası almış, Yargıtay ikisinde de cezayı esastan bozmuştu. Evet bu son
mahkemeydi ve onaylanan idam cezaları üç günde infaz ediliyordu.
4 numaralı hücrede kalan Fikri Arıkan'ı sabah sekizde mahkemeye
götürmüşler ve saat neredeyse 15.30 civarıydı hâlâ ortalıkta yoktu. Bir
müddet sonra askerlerin ayak seslerinden Fikri'nin geldiğini anladık.
Hücrelerimizin kapısı demir mazgallardan oluştuğu için dışarıyı
rahatlıkla görebiliyorduk.
İlk hücre olduğumuzdan Fikri bizim önümüzden geçecekti. Nihayet geldi
ve tebessüm ederek bizi selâmladı. Onu böyle neşeli görünce büyük bir
ümide kapıldık ve Yunus'la sevinç içerisinde birbirimize sarıldık.
Hücreler arası konuşmak yasaktı aksi takdirde ağır cezaî müeyyideler
vardı. Ama biz bir yolunu bulmuş ve her türlü haberleşmeyi herkesin
önünde rahatlıkla yapar olmuştuk.
Nazarî eğitim adı altında mecburî bir ders vardı ve bizlerden bir kişi
hücrenin kapısına gelerek Nutuk kitabını okurken, bu arada metindeki
sözleri değiştirerek, istediğini anlatabiliyordu. Başımızdaki
nöbetçiler de kitabın metni zannederek bizimle beraber huşu içerisinde
dinlerlerdi.
Nutuk, muhteva olarak bizim mevzularımıza çok uygundu ve mahkemeleri
böylece tartışabiliyorduk. Nutuk'ta da mahkeme, iaşe ve tartışmalarla
dolu metinler mevcuttu. Fikri, okumaya başladı. Sesi çok net ve
vakurdu. Rahat ve huzur bulmuş bir sesle mahkemenin zaferle
sonuçlandığını müjdeliyordu. Bizler âdeta nefes bile almadan onu
dinlerken, biran önce sonuca gelmesini bekliyorduk.
-Ve Eyüp kurtuldu, dedi Fikri Arıkan. Eyüp Özmen, aynı davadan daha
önce idam cezası almış ve idam bekleyen bir arkadaşımızdı. Sehpaya
hazırlanırken beraat etmişti. Bunu bir zafer olarak bizlere
müjdeliyordu Fikri. Ya kendisi? O’nun için ne karar çıkmıştı acaba?
-Senin için ne karar çıktı?.. diye bağırarak sordum ben. Sabrım
kalmamıştı artık. Askerler benim bu kuralsız çıkışımı duymamazlıktan
geldiler ki; bu davranışları kararın vahametini göstermeye yetiyordu.
-Benimki idam... diye devam etti Fikri.
Yıkılmıştık. Ama o ayaktaydı ve berrak bir ses tonuyla bizleri teselli etmeye çalışıyordu. Sesi dik ve metindi...
Aman Rabbim! Fikri, arkadaşının beraat ettiğini söylüyor ve bunu bir
zafer olarak bizlere müjdelerken, kendisinin aldığı idam cezasını
sıradan bir kararmış gibi, sanki bir düğün davetiyesiymiş gibi bizlere
anlatıyordu. Biz çökmüştük. 5 numaralı hücreden bir feryat yükseldi. Bu
isyan eden sesin sahibi üç komünist liderle beraber kalan Şahin Göksel
Arduç isimli genç bir arkadaşımızdı. Sekiz hücreden oluşan, tecrit
bölümünde başkaca çıt çıkmıyordu.
Üç gün sonra bir şafak vakti kurulacak idam sehpası, cellat, yağlı
urgan, yüze karşı okunacak olan ferman, beyaz gömlek bir anda buralara
hâkim olmuştu. Sanki kafatasım büyümüş ben de içindeydim. Kendi kafamın
içinde. Bu nasıl bir hâldi bu nasıl bir duygu!..
Çok ölüm görmüştüm ama bu başka bir vaziyet, bambaşka bir hâl. Daha
önce İstanbul’da bu duyguları yaşamış, asılarak idam edilen İsmet Şahin
olayında bizler de yanmış, bizler de ölmüştük. Bir kere daha, dedim
kendi ken-dime, insan bir kere ölür ama, biz bin kere. Fikri Arıkan
sakin ve tereddütten uzak mistik bir ses tonuyla konuşmaya devam
ediyordu:
-Bu gece çok rahat uyurum artık...
Fikri'nin rahat uykudan sözetmesini anlamaya çalışıyordum. O ise konuşmaya devam ediyordu:
-Şimdi dünyanın en rahat insanı benim. Yüce yaratıcının rızası yolunda,
ölümümü her türlü tehlikeye karşı keskin bir silah olarak kuşandım.
Demek ki, kendi ölümüm benim en etkili silahım olacakmış. Büyük, güçlü
bir silah olan insanın kendi ölümü. 'Ve ben şimdi yaşamımın en güzel,
en tatlı, en dinlendirici uykusunu uyuyabilirim.'
-Adalet terazisini, oduncu kantarına çevirdiler, diyordu, hücre
arkadaşım Yunus. Evet, oduncu kantarı daha hassastı bunların
terazisinden, nasıl olsa üç aşağı beş yukarı farketmiyordu.
Birkaç gün sonra güneş, Fikri'siz doğacaktı. Takvimler ve zaman bir kere daha durmuştu.
O'nu şafakta astılar...
Ülkücü hareketin altın halkalarından olan ele avuca sığmaz acar Adana
çocuğu, A-blok 1 Numaralı hücredeki can yoldaşım Yunus Uzun ise idam
beklerken, kader onu başka bir yerde yakalayacak ve bu arkadaşım da
Aydın Cezaevi’nde şehit düşecekti.